15 Eylül 2007 Cumartesi

Aşkenaz Yahudileri

Museviler, İstanbul’a yerleşmelerinin kronolojik sıralamasına göre dört ana grupta toplanıyor: Romanyot, Karay, Aşkenaz ve Seferad... Romanyotlar, Roma ve Bizans döneminden beri var olanlar, diğerleri ise sonradan gelenlerdir.
‘Bir kültürler mozaiğidir Anadolu.’ Bu tanıma uygun, sihir dolu, şiir dolu ülkenin başkenti de İstanbul... 500 küsur yıl önce İspanya’dan, engizisyonun zulmünden kaçıp Osmanlı’ya sığınan Yahudiler’den söz edilir. Genel olarak bilinen bu gerçeği, kamuoyunun ortalama aklında ve bilincinde daha sahici biçimde kalıcı kılan da, özellikle son zamanlarda yapılan müzik çalışmaları olmuştur. Folklörik bir çalışma örneği olarak Janet-Jak Esim’in yaptığı çalışmalar ve etnomüzikoloji örneği olarak Seferad müziği yapan Yavuz Hubeş ve arkadaşlarından bahsedilir. Doğu orijinli Aşkenaz Yahudileri’nden daha az haberliyizdir ve yazımız aslolarak onlarla ilgili olacak.
Museviler, İstanbul’a yerleşmelerinin kronolojik sıralamasına göre dört ana grupta toplanıyor: Romanyot, Karay, Aşkenaz ve Seferad... Romanyotlar, Roma ve Bizans döneminden beri var olanlar, yani yerliler. Diğerleri ise, ‘sürgün’ veya ‘kendiliğinden gelenler’dir. Karaylar 11. ve 15. yüzyıllarda Rusya’dan, Aşkenazlar 16. yüzyıl ortalarından başlayarak Balkanlar, Orta ve Doğu Avrupa’dan, Seferadlar ise, 1492 sonrasında İspanya ve Portekiz’den gelip yerleşenlerdir. Gerek konuştukları diller, gerekse de dini inanç, yönelim ve tapınma biçimleri birbirinden farklı olan bu cemaatlerden Romanyot ve Karaylar, yüzyıllar boyu Rumca; Aşkenazlar Ortaçağ Almancası-İbranice karışımı olan ‘Yidiş’çe; Seferadlar ise Katalan İspanyolcası ile İbranice karışımı olan ‘Ladino’ dilini konuşagelmiştir.
İstanbul’da Seferadlar nüfusça çoğunluktayken, Aşkenazlar yüzde beşler dolaylarında imiş. 1831’de ilk olarak Büyük Hendek’te yapılıp, 1866’da Yüksekkaldırım’a taşınıp, daha sonra da 1900’de büyütülerek kâgir olarak yapılan ve Yidiş diliyle ibadet edilen bir ahşap sinagog kurarlar. Aşkenazlar, bugün konu edeceğimiz binayı da ‘elit’ cemaatten (onların psikolojik baskısından) ayrılmak için yapar. ‘Schil fun di Schneider’ adı verilen ve terzilere ait bir Aşkenaz sinagogu kurarlar. 1894’te hizmete açılan sinagog 1960 başlarına kadar faal kalır. Süreç içinde sayıları 1000’in de altına düşünce, burası harap olmaya başlar. 1999’da ise onarılarak kültürevi olarak hizmet görmeye başlar.
Galata’da, Bankalar Caddesi üzerindeki Kamondo Merdivenleri’nden çıkınca sağdaki Banker ve Felek sokaklarına açılan bir yapı, Schneidertempel Sanat Merkezi... Aşkenaz Vakfı’nın yöneticisi, karikatürcü İzel Rozental bilgi veriyor: ”Vakfın üst katlarında aile büyüklerimin gittiği bir sinagogun bulunduğunu öğrenmiş olmam, beni zaten çok heyecanlandırmıştı. Çıkıp binayı görünce burada neler yapılabileceği hemen gözümde canlandı. Başta Aykut Köksal olmak üzere mimar dostlarımız hemen işe koyuldu. Restore etmek yerine onarmak fikriyle hızla finansman temin etmeye çalıştık. Aslında işletmesi için de para gerekliydi. Cemaat içi kadar dışından da katkılar oldu. Bu yıl ve 2001 için planlar yaptık. Sanat danışmanımız Tan Oral’ın ve benim karikatürcü olmamız nedeniyle, galiba biraz karikatür ağırlıklı işlere yer verdik. İlk etkinliğimiz, ‘Yeni Bir Binyılın Eşiğinde İnançlar’ başlıklı sergimiz oldu. 14 Aralık’ta ‘Osmanlı’da Yahudi Kıyafetleri’ sergisi yaptık.
2001 programı da belirlendi: Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nden ‘21. yy’da Eğitim Sorunları’ başlıklı başka bir karikatür sergisi... Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla Ali Ulvi Ersoy’dan retrospektif sergi. Nisan ayında ise bir soykırım (holokost) sergisi var. Fransızlar’ın ciddi ve çeşitli belgelerden oluşan bu sergisini, Çapkınof’un mizahî heykel sergisi izleyecek. Gene Ferruh Doğan’dan bir retrospektif ve Latin Amerikan’dan bir karma karikatür sergisi daha...” Çok kültürlü, çok kimlikli Türkiye’nin seçkin ve değerli unsurları Aşkenaz Yahudileri’nin söz konusu sanat merkezlerine gidin, sergileri izleyin. Balkon katlarından birinde satılan kitaplara göz atın. Mutlaka ilginizi çekecek bir yayın vardır. Adnan Genç ////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////// //////////////// Yahudi beşeri ve teolojik tarihine dair*
Kaynaklar:Ahd-i Kadim, Kitab-ı Mukaddes içerisinde, İstanbul:93El-Kitabu’l-Mukaddes, Mısır, ty.Tora, Nebiim, Ketubim; Jerusalem: 97E. Judaica I-XX, Samuel Brandon, Menahem Mansoor, Jerusalem: 72-78 El-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvai ve’n-Nihal I-V, İbn Hazm, BeyrutMevsuatu’l-Yehud ve’l-Yehudiyye ve’s-Suhyuniyye I-VIII, Prof. Dr. Abdulvahhab el-Mesiri, Kahire:99Yahudi Tarihi, Will Durant; İstanbul:92Dinler Tarihi, Mircea Eliade; İnsan:99Yahudileşme Temayülü, Mustafa İslamoğlu, İstanbul:94Musa I, II, Gerald Messadie; İstanbul: 99 MUSTAFA İSLAMOĞLU Yazarın diğer makalelerini okumak için TIKLAYINIZ ! Başta Kur’an olmak üzere Mukaddes Kitaplar, İsrailoğulları soyunu, ”Allah’ın kulu” ya da ”seçilmiş: Mustafa” anlamına gelen ve Tevrat’ta Allah tarafından verildiği dile getirilen (Tekvin, 32/28) ”İsrail” lakaplı Hz. Yakub’la başlatırlar. Yine, mukaddes metinler Yakub’u babası hz. İshak kanalıyla Hz. İbrahim’e bağlarlar.
M. Esed’e göre Hz. İbrahim’in atalarının MÖ 3000 yılın başlarında, Arabistan savanalarında başgösteren yaygın kuraklık sonucunda Mezopotamya’ya göç eden kabilelere mensuptur. Aynı isim İbranileri Arapların bir kolu, İbraniceyi de arkaik Arapçanın bir diyalekti olarak görür. Martin Bernal de Black Atena’sında bu görüşü destekler. Eliad’a göre, ”belki kısmen Amoritler ve Hapiru (ya da Apiru)’larla özdeşleştirilebilir. Gerald Messadie’ye göre bu isim Mısırlıların İsrailoğulları için kullandığı isimdir. (Asurlurarın Araplar için kullandığı Arap sözcüğünün ilk kullanım zamanını veren Aribu ismiyle yakınlığı dikkat çekici) MÖ üçüncü bin yılın sonlarında, Kalde’nin Ur şehrinden göç eden İbrahim ve kabilesi, Musa’dan yaklaşık 1000 yıl önce Filistin’e yerleşir.
Yarı göçebe bir halde hayvancılık yapan İsrailoğulları, anayurtları Filistin’den, yine bir kuraklık nedeniyle göç ederek Mısır’a yerleşirler. Bu göçün başlangıcını teşkil eden Yusuf Peygamber kıssası, İsrailoğullarının Mısır’a geliş sorununu da aydınlatan dramatik bir öyküdür. Tarih olarak MÖ 1770-1580 arasında hüküm süren kolonyalist Hiksos (eski Mısırca hik şasu, ya da heku şovset: Çoban Krallar) hanedanı dönemine denk gelmektedir. (Esed)
Önceleri, kendileri de bölgeye kolonyalist olarak dışardan gelmiş olan Hiksos Hanedanı’nın himayesinde özgür bir toplum olarak Mısır’da yaşayan İsrailoğulları, bu hanedanın yönetimine Mısır milliyetçilerince son verilmesiyle birlikte artık zor bir döneme girerler. Kur’an’ın da tasik ettiği gibi başından beri ehl-i tevhid olan İsrailoğulları, çok tanrılı bir inanç sistemine mensup olan Mısırlılar tarafından, biraz da Hiksos Hanedanı’na olan intikam hisleri nedeniyle dışlanırlar ve sistematik bir biçimde köleleşirilirler.
Messadie’ye göre MÖ 1307, Eliad’a göre 1260 yıllarında, ismi Mısır kökenli olan Mos olan Musa Peygamber, İsrailoğulları’nı jenoside tabi tutan Mısır yönetiminin elinden kurtarır. Hz. Musa Kur’an’a göre firavunun sarayında büyümüş bir prenstir. Tora (ilk beş kitap) da bunu destekler. Bir görüşe göre Musa’yı sarayda büyüten kraliçe Haçepsut’tur. Messadi, bu firavunun I. Seti olduğunu söyler. Öyle anlaşılıyor ki, o ölüp yerine muhalifi III. Tutmes geçince Musa saraydan kaçmıştır. (Leiden İsl. Ans.)
Sina’da vahyi alan Hz. Musa, bir yandan da İsrailoğullarının Kur’an’ın ”maymunlaşma” (2:65, 7:166) olarak nitelendirdiği yabancılaşmasının önüne geçmek için çırpınır. Bu dönemde, Mısırlıların Hotor (İnek) tanrısına tapmadan tutun da, özgürlüğü soğan ve sarımsakla takas etmek istemeye, bahşedilen nimetlere nankörlükten tutun da ”Allah’ı açıkça görmedikçe sana iman etmeyeceğiz” demeye kadar, bir dizi azgınlık ve sapkınlık örnekleri sergilerler. (İslamoğlu)
40 yıl yeni bir neslin doğmasının yanında eski neslin ikiye kadar kırılmasını da bekleyen Hz. Musa, ilahi talimatların klavuzluğunda İsrailoğulları’nın vahyi yeryüzünde temsil ve tebliğ misyonunu gereği gibi ifa edebilmesi için terbiye eder.
Kenan’a yerleşen İsrailoğulları 3’ü yönetici 9’u etba kabile olmak üzere 12 kabileden oluşur. MÖ 1050’lerde peygamber Samuel Saul’u (Kur’an’daki adıyla Talut’u) kral olarak atar ve ünlü Krallar Dönemi, böyle başlar. Hz. Musa’nın vefatıyla Kral Talut dönemi arasında İsrailoğulları tam 7 kez tevhid akidesinden inhiraf edip yeniden ihtida etmişlerdir. (İbn Hazm)
İsrailoğulları’nın altın çağı Davud ve oğlu Süleyman (961-922) dönemleridir. Kaybolan Ahit Sandığı (Tabut) bulunur, Kudüs dini merkez olarak inşa edilir. Mukaddes Mabed inşa edilir. Hz. Süleyman’ın ölümünden sonra devlet Kuzey Krallığı (İsrail) ve Güney Krallığı (Yahuda) olarak ikiye bölünür İsrail, Yahuda’nın da lojistik desteğiyle MÖ 722’de Asur tarafından yerle bir edilir. MÖ 587’de sıra Yahuda’ya gelmiştir. Babil kralı II. Nabukadenossor Kudüs Mabedi’ni yerle bir ederek tüm Yahudileri Babil’e sürgün olarak götürür. Bu döneme Apokaliptik dönem adı verilir. Bu dönemde Ezra (Uzeyr) tamamen ortadan kaybolmuş olan Tevrat’ı, insanların hafızasından yeniden derler. Ezra II. Musa olarak lakaplandırılmayı hak etmiştir. Tevrat tomarlarına bir zeyl olarak daha sonra gelen peygamberlerin hayatını ve mesajlarını da ekleyen Ezra’nın bu biyografileri, daha sonra Kitab-ı Mukaddes metinleri arasında yerini alacaktır.
539’da Mezopotamya’yı işgal eden Pers imparatoru Kirus, Yahudileri Babil esaretinden kurtarır. Kirus’un yardımıyla Mukaddes Mabed yeniden inşa edilir. MÖ 339’da İskender’in Afrika’ya çıkışıyla, Yahudiler arasında Helen kültürü hakim olur. Birkaç kuşakta, dil İbraniceden Yunancaya döner, Tevrat’ın ilk Yunanca tercümesi bu dönemde yapılır. Yunan felsefesinin etkisiyle, Torah (Şeriat) te’vile açılır. Bu işi daha sonra Filon tamamlayacaktır. Bu dönemde, Yunan işgaline karşı milliyetçi duygularla ayaklanmalar olur.
İskender’in MÖ 323’de ölümünden sonra, Yahudi, Mısır’a hakim olan Ptolemiler’in, önemli bir Yahudi nüfusu barındıran İskenderiye’yi başkent yapmalarından itibaren topraklarının bir parçası haline gelir MÖ 198’de Yahuda, Selevkoslar’ın eline geçer. MÖ 167’de Roma imparatoru IV Antiokhus Yahudi Şeriatı’nı yürürlükten kaldırır ve Mabed’e tanrı Zeus’un heykelini yaptırır. Buna tepki olarak Makkabe isyanları başlar. Mabed isyancılar tarafından 164’te geri alınır ve heykellerden temizlenir. Hanukkah’ın sekizgün bayramı bu isyanın anısına hala kutlanmaktadır.
İşgaller karşısında Yahudiler Bu tavırlar geliştirirler. Bu farklı tavırlar farklı mezhepler olarak kemikleşir: Ferisiler, Sadukiler, Zealotlar ve Esseniler bunların belli başlılarıdır.
MÖ 40’da Romalılar adına Yahuda’nın yöneticisi olan Herod, Roma tarafından Yahudilerin Kralı ilan edilir.. MS 6’dan itibaren yarı sömürge durumuna son verilerek resmen Roma mandası altına giren Yahuda, doğrudan bir Roma valisi tarafından idare edilir fakat iç işlerinde nisbeten özerk bir yapıya da izin verilir. MS 66’da Romalı vali Florus’un şiddete varan uygulamalarına isyan eden Yahuda halkı, Romalılaşmış Yahudileri de cezalandırma noktasına gelir. Bunu yapan Zelotlar (Sicarii)’a mensup milliyetçi güçlerdir. Bu isyanı bastırma görevi 69’da imparator ilan edilen Vespasien tarafından oğlu Titus’a verilir. 28 Ağustos 70’te mabed yakılarak yok edilir, Ekim’de tüm Kudüs yerle bir edilir. 74’te son kale olan Masada da düşer. Bu tarih yaklaşık 2000 yıl sürecek bir diaspora (gurbet)’in başlangıcıdır.
Arabistan Yahudilerinin bölgeye göçünün bu olayın akabinde gerçekleşmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Önce Necran’a yerleşen Yahidiler daha onra Medine, Hayber, Fedek vs. gibi yerlere dağılmışlardır. (İslamoğlu)
133’te Mesih’lik idiasıyla ayaklanan Bar Kohba ve taraftarları, Romalılar tarafından korkunç bir şekilde cezalandırılır. Yine de MS III. Yüzyıla kadar yerli bir haham tarafından sözde özerk bir biçimde sürdürülen Yahuda yönetimi, bu yüzyılda Hıristiyanlığın Roma tarafından resmi din olarak kabul edilmesiyle birlikte Yahuda, şeklen de ortadan kalkar.
Yahudiler 70 yılındaki bu büyük soykırımdan kaçarak Güney Arabistan, Kuzey Afrika, Güney, Batı ve Doğu Avrupa, Suriye, İran’a kadar geniş bir coğrafyaya dağılırlar. 1492’de Hıristiyan egemenliğine geçen İspanya tarafından kovulan Sefarad Yahudileri Fas’a, Hollanda’ya ve Osmanlı topraklarına sığınırlar. Sonrası malum.
Şeriat anlamına gelen Torah, Hz. Musa’ya gelen 5 kitaptan oluşur: Bereşit (Tekvin), Şemot (Çıkış), Vayikra (Levililer), Be-Midbar (Sayılar), Devarim (Tesniye) Eldeki Eski Ahid’de, Torah dışında peygamberlerin hikayelerinden oluşan Nebiim ve azizlerin biyografilerinden oluşan Ketubim (Hajiyograflar) bölümleri yer alır. Bu üç bölümden oluşan Eski Ahid ”tanah” diye kısaltılır.
Tevrat’ın aslının kaybolduğunu, yine kendisinden öğreniyoruz. II. Krallar’da, kaybolan Tevrat’ı mabedin restorasyonu sırasında Hilkiya adlı bir görevlinin bulduğu dile getirilmektedir. (22/8) Bu kayboluş tek değildir. Babil sürgünü sırasında, Babillilerin sistematik takibi sonucu elde hiçbir nüshası kalmayan Tevrat’ı, daha sonra hafızadan ve eldeki verilerden yola çıkarak derleyen Ezra’dır (Uzeyir). Bu hizmetinden dolayı Ezra II. Musa lakabını kazanmışır.
Tevrat’ın, bugün elde bulunan metninin asıl metinden değil de hafızadan derlendiğinin göstergesi, Tevrat’ta anlatılan olayların hep iki varyantla anlatılmış olmasıdır. Bu iki metinden biri Yahvist (J) metindir ki, bu varyantta Tanrı’nın adından Yhvh olarak söz edilir (MÖ X yy). İkincisi Elohist Metin’dir ki, bu varyant da Tanrı için Elohim çoğul ismini kullanır ve birinciye göre daha sonra kaleme alınmış (MÖ VII yy) bir varyanttır. Bunlardan ayrı olarak D ile simgelenen Dötoronomist metindir ki, Tesniye’nin bir kısmının redaksiyonundan ibarettir ve MÖ 622’ye tekabül eder. P ile simgelenen Rahipler Metni ki, kaynağı Levililer olan bir gurup haham tarafından kaleme alınmıştır.
Nebiim (Peygamberler) ”eskiler” ve ”yeniler” olarak ikiye ayrılır. Eskiler, tarihi kıssalar içeren altı kitaptan müteşekkildir: Yeşu, Hakimler, I. Samuel, II. Samuel, I. Krallar, II. Krallar isimli kitapların biyografisini verdiği isimler Hz. Musa’nın halefleri olan Yeşu, Samuel, Saul Talut), Davud, İlyas, Elyesa peygamberlerdir. Yeniler’de ise İşaya, Yeremya, Hezekiel, ve 12’ler diye anılan peygamberlerin vahiyleri ve hayat hikayeleri vardır. Ketuvim (Kitaplar)’de ise 150 ilahi ve duadan oluşan Davud’un Mezmurlar’ı (Zebur), Meseller, Eyüb gibi değişik çağlara ait değişik kitaplardan müteşekkildir.
Daha sonraları farklı versiyonları ortaya çıkan Tevrat’ın toplam kaç farklı nüshası olduğunu bilmiyoruz. Ancak, el-Fasl’ında, An’anilerin, Rabbanilerin, İsevilerin Tevratı ve Filistin’den çıkarılması yasak olan Samirilerin Tevratı diye 4 ayrı nüshadan söz eden İbn Hazm, dördüncüsünü göremediğini, fakat ilk üçünü görüp incelediğini ve bazı bölümlerinin edisyon kritiğini yaptığını söyler. Bu konuya eserinde bir tam cilt ayırarak bu alandaki derin bilgisini kanıtlar.
Kitab-ı Mukaddes’in, yukarda verdiğimiz bölümlerine ek olarak ortaya çıkan ilk eksiksiz versiyonu MÖ II. Yüzyılda tamamlanmış olan Yetmişler adı verilen Grekçe versiyondur. Bu versiyonda, Apokrifler adı verilip Kutsal Kitab’a dahil edilmeyen materyaller vardır.MÖ III. Yüzyıldan itibaren Kitab-ı Mukaddes’e Apokaliptik metinler ilave edilir. Yahudi mistisizminin ilk yazılı kaynaklarına MS 1. Yüzyılda rastlanır. Birincisi Tekvin’in mistik yorumu (ma’aseh bereshit), ikincisi Hezekiel Peygamber’in Arş’ı taşıyan semavi araçı tasvir eden ”Merkabah”sıdır.
Filon, Kitab-ı Mukaddes’i Eflatun’un Sudur Nazariyesi’ne uyarlayarak te’vil eder. Ona göre beden ruhun hapisanesidir. MÖ 150’den itibaren Ölüdeniz yakınlarındaki Yahuda çölünde Çileci bir hayat süren Esseniler'e ait literatür 1947’de Kumran’daki 11 mağarada bulunur.
Yahudi literatürü Mişna ve ona ilave edilen iki Talmud (Kudüs ve Babil Talmudu) ile genişler. Mişna, ”halakah” yani hukuki bir yorumdur. MS 200’de tamamlanan altı bölümde tasnif edilen 63 kitaptan müteşekkildir. MS V. Yüzyılda tamamlanan Filistin Talmudu Babil Talmud’una göre daha eski fakat üç kez kısa bir hukuki tefsirdir. Amoraların çalışması Gemara isimli uzun bir tefsire sahip iki derlemedir.
Talmud’un halakaik (hukuki) tefsiri, Rabbinik literatürün sadece bir kısmıdır. Diğer kısmı ise hem halakaik hem de haggadik (kelami ve tarihi) metinlerden oluşan midraş (tefsir)’lardan oluşmuştur. Hemen hatırlamak gerekir ki, medine’deki Yahudi mabedinin adı da Beytu’l-Midras(ş)’tır. Buradan, Medine Yahudilerinin üçüncül kaynaklardan beslenen bir geleneğe sahip olduğunu çıkarsamakta bir mahzur olmasa gerek.
Haggadik (kelami ve tarihi) midraşlar külliyatı MS 13. Yüzyıla kadar gelip dayanır. Bunlar arasında Tekvin tefsiri olan Midraş Rabbah, Rav Kahana’nın vaazlarından oluşan Pesikta’sı, 6. Yüzyılda yaşamış Filistinli bir hahama ait olan Midraş Tanhuma bunlardan belirgin olanları.
Bu tefsirler, yazıldıkları dönemin tipik özelliklerini taşırlar. Babil sürgününde yazılanlar Babil dininin özelliklerini ve gizemini Yahudiliğe taşırken, Helenist dönemde kaleme alınanlar Yunan Çoktanrıcılığını içselleştirir. Diaspora döneminde ortaya çıkan tefsirler, bir kurtarıcının (maşiah) gelip Yahudileri tekrar eski altın çağlarına döndüreceklerini işler. Bütün bu geleneksel tefsirler, gittikçe aslın yerini alacak ve Yahudi dini geleneği ”im kabbalah na kabbal” (gelenek değilse kabul etmeyiz) aforizmasında ifadesini bulan bir mantık üzerine inşa edilecektir. Kur’an’da Ehl-i Kitab’la ilgili eleştiriler sırasında ”atalar” eleştirisi, işte bu mantığın reddidir.
Bizim burada özel bir önem vermemiz gereken gelenek Kabbala diye adlandırılan, hurufi (gramatolojik), rakamcı (nümerik), teosofik mistik ve gizemci Yahudi geleneğidir.
Kabbala geleneğinin çıkış noktası Sefer Yetzirah (Yaratılış Kitabı)’dır: 10 sephirot muhtemelen 10 Emir’e tekabül eder. Bunları bir araya getiren 22 yol ise İbrani alfabesinin 22 harfine denk düşer. Böylece Yaradılış bu 32 unsurdan hareketle vuku bulur. (İlginçtir; Bahailiğin kurucusu Bahaullah da 32 rakamı üzerine oturtmuştu öğretisini.) Sefer Yetsirah’ın bu hekhalotik (hurufi) yorumu, Alman Hasidim Eşkenaz’ların (Alman ve diğer Batı Yahudileri) düşüncelerinin merkezinde yer alır. Kabalist geleneği zirvesine taşıyan Zohar’ın ilk habercileri Kastilyalı Yakub ve İshak Kohen kardeşler olur. Bunlar helenistik gibi görünen alfabe harflerinin yer değişikliği ve uyuşumu ile (bir metnin harflerini değiştirerek elde edilen kombinezonlardan anlamlı kelimeler üretmek ve bunlardan yola çıkarak yorumlar yapmak) mistik nümeroloji tekniklerini ortaya koyarlar.
Josef ben Abraham Gikatilla (1248-1305) ve Leonlu Moise (1250-1305) Simon bar Yohai’ye atfedilen ”sahteyazı” metin olan Sefer ha-Zohar’ın (İhtişamın Kitabı) yazarıdır. Kabbalistin bütün faaliyetleri, tasarlanan üç amaçtan birini gerçekleştirir: 1 Tikun: Zahidin kişiliğinde ve dünyada vahdet-i vücudun ve uyumun yeniden canlandırılması, 2 Kavvanah: Kendi iç dünyasına doğru gerçekleştirilen deruni seyahat, 3 Devekut: Ruhlarla vecd halinde birliktelik. Zohar kitabı, bazı yorumlara göre, 1648 yılında beklenen Mesih’in geleceğini haber vermektedir. (el-Mesiri) Bu Kabbalist hurufi panteizmi, devrimci bir zemine taşıyan ve Yahudi tarihinde bizce dönüm noktası sayılması gereken bir isim Polonya Yahudisi İshak Luria’dır.
Burada bir nokta koyup, 32 yılını bir Yahudi, Yahudilik ve Siyonizm ansiklopedisi hazırlamaya vakfederek Jaques Derrida’nın yapıçözüm yöntemini kullanarak mevcut tüm Judaik kavramları tamamen bozup-dağıtarak yeniden inşa eden Abdulvahhab el-Mesiri şöyle der: Konu üzerinde 12 yıl çalıştıktan sonra 1984 yılına geldiğimde, akademik kariyerimin ve ilim hayatımın en önemli gerçeklerinden biriyle karşılaştım. Polonya tarihi bilinmeden modern Yahudi tarihi ne bilinebilir, ne yazılabilir.” Buna, el-Mesiri’den esinlenerek şunu da ekleyebiliriz ki: İshak Luria bilinmeden de Polonya yahudiliği ve dolayısıyla Sabataycılık ve Siyonizm bilinemez. El-Mesiri İshak Loria’nın Kabalistlerin el kitabı Zohar’ı devrimci bir yoruma tabi tutmasının sosyal ve siyasal nedenlere dayandığını söyler. Bunlardan birincisi Mesih’in geleceği yıla tekabül eden Ukrayna’daki Çiftçi Ayaklanması, ikincisi ise 1655’te gerçekleşen Rusya İsveç savaşıdır. Ona göre, bu ve buna benzer olaylar Polonya Yahudilerini derinden sarsar. (el-Mesiri)
Aşkenazi Rabbi İshak, bu isimlerin baş harflerinden oluşan (ARİ) bir sentezi temsil eden ”ARİ ha-Kadoş (Safed’in Kutsal Aslanı) felsefesini ortaya atar. Bu felsefe, yaratılışı Tanrının bizzat kendi içindeki karşıt/zıt faaliyetler süreci olarak tanımlar ve kötülüğü de bir takım şeyleri içinde bulunduran ”vazonun kımıldamasıyla” düşen manevi parçaların aktif bir varlığı olarak düşünür. Bu kozmik bir dramdır ve negativite pozitif enerjiyi ortaya çıkartacaktır. Luria Kabbalacılığı 1630-1640 yılları arasında tüm Yahudi muhitlerini bir yangın gibi sarar ve topyekün kurtuluş düşüncesini onlarda uyandırır.
M. Eliade’a göre, bu teorinin kendisinde gerçekleşeceğini düşünerek, kötülük eğilimlerini farkettiği İzmirli Sabatay Zvi’yi ilk farkeden (keşfeden) Luriacı Kabbalist Gazzeli Nathan’dır (1643-1680). El-Mesiri de aynı görüştedir. Yalnız o 1664 yılını gösterir. El-Mesiri’ye göre tam da bu sırada İngiltere Yahudileri arasında, ”anavatana dönüş” düşüncesi Hıristiyanlar arasında dahi Yahudiler tarafından yayılmaktadır: 1666 yılı, Yahudilerin Filistin’e dönüşlerinin gerçekleşeceği iki bininci yılının başlangıcını teşkil edecektir.
Sabatay Zvi, Sara isimli, Ukrayna’da bir bölgenin mali işlerinden sorumlu olan birinin kızıyla evlenir. Bu kötü şöhreti olan bir kadındır ve o bu evliliği de Luriacı Kabbalacılığın yorumuna uygun bir biçimde ”dışardan kötü görünüp içerde yücelmek” (Melami tarzı) öğretisine uygun olsun diye yapmıştır. Dahası şeriatın tüm formel emirlerini alenen çiğnemeyi, yasakları işlemeyi özendirecek sözler söylemeye başlamıştır. (1648) Bu tavrından dolayı İzmir’den Hahamlar tarafından kovulur. Selanik’e gider, orada ve mücavir kentlerde tüm haramları helal eden, tüm helalleri haram eden öğretisini Yahudileri çağırır. Birkaç ay İstanbul’da kalır. Kahire’ye gider ve Kabbala öğretimi halkasına katılır. O halkanın üyelerinden biri de Devlet Hazine Müdürü Yahudi Cemaati liderlerinden Rufail Yusuf Çelebi’dir. Sonra Filistin’e gider.
Gazzeli Nathan tarafından beklenen Mesih olduğu ilan edilen Sabatay Zvi, hüzün bayramlarını sevinç bayramları olarak kutlanmasını söyler. Mesih Sultan’ın tacını da ele geçirecektir. El-Mesiri’ye göre Luria Kabbalası’nın temel fikirlerinden birine dayanmaktadır bu talep. 1665 yılının Mayıs ayında Kudüs’e giren Sabatay Zvi, tüm evrende tek yönetici kudretin kendi olduğunu ilan eder. Bir ata binerek Kudüs’e 7 kez tavaf eder. Şiddetli saldırılarla karşılaşır ve şehirden çıkarılır. Zvi, 1666 yılında İstanbul’a giderek Sultan’ı tahtından indireceğini ilan eder. Şubat 66’da İstanbul’a varır ve yakayı ele verir. Gelibolu Kalesi’nde mahkum edilir. Yavaş yavaş mahkumiyet gevşetilir. Bu sırada her taraftan ”hacılar” gelmektedir ziyaretine. Bu yılın Eylül ayında Kabbalacı Polonyalı Haham Nehemya ziyaretine gelir. Onun uçuk iddialarını reddetmekle kalmaz, Sultan’a etkin bir şikayet dilekçesiyle başvurur. Mahkeme edilir ve ölüm cezasına çarptırılır. Tek kurtuluş yolu vardır müslüman olmak. O da sureta müslüman olarak, ölümden kurtulur ve Kabalist gelenekte Mesih’in vasıflarından biri olan sureta dinden çıkma yorumuna da uygun hareket etmiş olur. Kapıcıbaşı payesi verilerek Arnavutluk’ta mecburi ikamete tabi tutulur. 1676’da koleradan ölür.
Adamlarından bir kısmı onu terkidir. Fakat çoğunluğu ona sadık kalır. Tevrat’ın Mesihçi bir yorumla reddi, Sabatay Zvi’nin ruhunun kendisine girdiğini savunan Jakop Frank (1726-1791) tarafından Polonya’da Sabataycılık yayılmasını hızlı bir biçimde sürdürür. Polonya Hasidizmi, Zvi’nin fikirleri etrafında bir senteze gider. Sabataycı Hasidîler, cinsel birleşme sırasında, yemek ve ayak yoluna çıkmak gibi aktiviteler sıraında da ibadet etme tarzını övünerek uygularlar.
El-Mesiri, Sabatay Sevi’yi ortaya çıkaran krizin, Hahamlar tarafından Yahudiliğin sokulduğu kimlik krizi olduğunu söyler. Ona göre ortaçağın tipik bir özelliği olan skolastik yönelişlere karşı gelişen akılcı ve yorumcu atak Yahudilik içerisinde de ses getirmiştir. Klasik Hahamlık kurumu’nun sonunu getirmiştir bu yöneliş. Aynı isim der ki: ”Sabatay Sevi, bu konuda çağdaşı Spinoza’ya benzemektedir. İkisi de aynı krizden sözetmektedir, ikisi de Kutsal Yasalara (halakah: şeriat) karşı meydan okumakta, ikisi de tüm dikkatleri bu dünya üzerinde yoğunlaştırarak laik/seküler bir özden yola çıkmaktadır. Ne var ki, Zvi içerden meydan okurken Spinoza dışardan meydan okumaktadır. İkisi de, hululidir, yani tabiatçı panteisttir. Tabiatla Tanrı’yı aynileştiren bir düşünceye sahiptir. Varlık birdir ve mükemmeldir. Varlıklar bir olan’dan derece derece inmekle çeşitlenirler. Bu yönelik, Zvi’de dini bir kimliğe bürünürken, Spinoza’da laik ve felsefi bir kimliğe bürünmüştür.” (el-Mesiri 5/20)
İsrailiyyat adı verilen Yahudi geleneğinin hadise etkisi araştırılmışır da, Kabbalist Yahudiliğin İslam Teosofik sufizmi üzerindeki etkileri hala araştırılmayı bekleyen bakir bir alandır. Tıpkı, Yunan düşüncesinin teosofik sufizm üzerindeki etkisinin araştırılmayı beklediği gibi.
*NOT: Bu çalışma, İslami Araştırmalar Vakfı başkanı Prof. Dr. Ali Özek ve arkadaşlarının talebi üzerine İSAV’da sunulmuş bir tebliğdir. Mİ.

Hiç yorum yok: